Beden Ölür, Hedef Yaşar
Size bir kitaptan bahsedeceğim bugün. Daha doğrusu kitaptan bir bölümü paylaşacağım. Zilif, Oruç Aruoba'nın intiharı düşündüğü bir dönemde kızı Filiz'e yazdığı vasiyetname niteliğindeki mektup.
Size bir kitaptan bahsedeceğim bugün. Daha doğrusu kitaptan bir bölümü paylaşacağım. Zilif, Oruç Aruoba'nın intiharı düşündüğü bir dönemde kızı Filiz'e yazdığı vasiyetname niteliğindeki mektubun kitaplaştırılmış hali. Zilif’in anlamı ne derseniz Filiz’in tersten yazılması. Bir de Zilif = Zülüf.
Zilif, annenin babayı (ya da tam tersi) çocuğuna kötüleyerek zarar verdiği tüm zedelenmiş çocukların kitabı. İçimden bu kişisel görüşümü de buraya yazmak istedim ama yazı bu çerçevede devam etmeyecek. Bu kitap aşağıda alıntıladığım bölümden çok daha fazlasını anlatıyor aslında. Aruoba’nın varlığının yavaş yavaş sonuna geldiğini anladığı noktada; tüm nihilist yaklaşımının toplumcu vurgularıyla birlikte kendisinin sahici kişiliğini, kızına anlatma amacıyla kaleme alıyor bu eseri ve mektubunun teslim edilmesi için kızı Filiz’in 30’lu yaşlarına gelmesinin beklenmesini istiyor.
Bu yönlendirme ise felsefik bir bağlam sunuyor. Bu bağlamın özü de Aruoba’ya göre şu: bir kişi birini tanımadan önce çevresini, toplumu ve kendisini tanımlayabilecek noktaya gelmelidir. Sonrasında insanların sahici kişiliği hakkında bilgi emarelerine sahip olabilir.
“Sevgili Kızım,
Zorlukla yazıyorum. Elim rahatsız, titriyor. Onun için, yazım çarpık-çurpuk oluyor. Bu küçük defteri de kendim yaptım; sayfaları keserken o da biraz eğri-büğrü oldu. Kusura bakma.
Yazdıklarımı şimdi okurken, beni iyice anlayabilecek konumda olacaksın- yıllar geçecek, büyüyeceksin.
Anımsıyorsundur: Senin için, “Benim kızım insan olacak” demiştim. Sen, benim bu sözümü o anda beynine kazımış, ama yüzüme de hayretle bakmıştın- o hayretini anımsıyorsun, değil mi?
Sen, buluşabildiğimiz ender günlerden birinde, bana gelmiştin. Yaz başıydı; ben bahçede oturmuş rakı içiyordum, sen de -galiba mutluluktan- koşuşturup duruyordun. Sana, yarı şakayla, “haydi bakalım -bana erik getir” demiştim. Koşup gitmiştin: bahçede bir erik ağacının olduğunu biliyordun. Epey sonra (hatta, biraz daha gecikseydin, kalkıp sana bakmağa gidecektim), alı al, moru mor, kan-ter içinde geri gelmiştin: elinde bir külah: manavdan, harçlığının son kuruşuna kadar vererek aldığın erikler…
Ağaçta erik yoktu; ama baban senden erik istemişti… —ne yapabilirdin ki…
Yapman gerektiği için yapabileceğini yapmıştın —işte seni insan yapan da bu.
Artık bu yaşa geldiğine göre, öğrenmişsindir; biliyorsun, biliyorum: öyle ‘insan’lar vardır ki, babaları ondan erik istese, gidip, şöyle bir bakıp, “ağaçta erik yok” diyebilirler. Böylesi ‘insanları’ tanıdın, biliyorsun.
Ama sen – senin yapabileceğin çünkü yapman gereken tek bir şey vardı: baban’a erik bulmak… hani masallarda vardı ya – bütün erikler Kaf Dağı’nın ardında olsaydı, o zaman sen de bir Zümrüt-ü Anka kuşu bulup, sırtına biner, yola koyulurdun…
Buna, seni öylesine etkileyene ve o yaptığını yapmak istemeni sağlayana, onu yapacak gücü sana verene, sevgi adının takıldığını işitmişsindir, bol bol —herkes ondan söz eder; o “erik yok” diyenler de kullanırlar bu sözcüğü. Ama biliyorsun; gidip erik aramayı sahiden isteyenler pek azdır – sahiden arayanlar daha da az… – bulabilenler…
Aslında yalın bir şeydi bu senin için: öyle büyük sözcükler falan gerektirmeyecek, hatta, hiçbir şey söylemeyi gerektirmeyecek kadar yalın bir şey:
Baban senden erik istemişti
— o kadar…
…
İnsanların, “çok yakın dostumdur” dedikleri kişilerle ilgili neler yapabildiklerini —ve neler yapmayabildiklerini, parmaklarını bile kıpırdatmaya yanaşmayabildiklerini, biliyorsun. —bu da bir başka erik hikâyesi…” 1
Bu yazının ortaya çıkmasının nedeni aslında tek bir cümleden kaynaklandı. “Baban senden erik istemişti - o kadar…”
Biyolojik babamdan sonra yaşamıma giren ve baba gibi sevdiğim, güvendiğim inandığım insanlar oldu. İçlerinden biri yalnızca insan olmamı ve insanlığın hakkını vermemi ve kendime verdiğim sözleri hatırlamamı istedi. Ve bir hedef gösterdi ve o hedefi nasıl gerçekleştireceğimin yol haritasını bile çizdi. Yaşamıma bir anlam kattı. Bedeni öldü ama hem hedefi hem de refikliği devam ediyor.
Bu yazı amasız, kuşkusuz yolda dimdik yürüyenlere, bir hedefi olup onu gerçekleştirmeye çalışanlara gelsin…
1 Oruç Aruoba, Zilif, Sel Yayıncılık, 2002, s.12-14